Aşı uygulaması bakteri veya virüsün vücutla tanıştırılmasıdır. Güçsüzleştirilmiş bakteri veya virüs vücuda verilir(veya girer). Enjeksiyon şeklinde veya ağızdan verilen bu etkene karşı, insan vücudu bir koruyuculuk geliştirir. Tıp mensupları vücuda verilen veya giren bu faktöre antijen, vücudun geliştirdiği cevaba da antikor derler.
Milattan birkaç yüzyıl önce Çin’de ve Hindistan’da bazı hastalık temaslarının koruyuculuk oluşturduğu düşünülmüş olmakla birlikte, aşı ilk kez 1796 yılında tanımlanmıştır. 1721 yılında İngiltere’nin İstanbul büyükelçisinin eşi Lady Mary Montagu ülkesindeki yakınlarına bir mektup yazar. Bu mektubun çiçek hastalığı ve çiçek aşısı ile ilgili bölümü şöyledir;
‘’Bizim ülkemizde tehlikeli olan ve ölüme kadar götüren çiçek hastalığı burada zararsız bir hal almıştır. Aşı dedikleri bir buluş vardır. Bu işi sanat haline getirmiş bazı kadınlar bunu uygularlar. Çiçek hastalığı olan birinin deri döküntülerini ve cerahatini bir ceviz kabuğunda toplayıp ezerler. Aşı olacak kişinin kolunda veya başka bir yerinde bir çizik oluşturup, bu cerahatli materyalden o bölgeye iğne ucu ile sürerler. Daha sonra bu çiziği(yarayı) küçük bir ceviz kabuğu parçasıyla kapatırlar. Aşılanan kişiler birkaç gün ateşlenip,birkaç döküntüden sonra tamamen iyileşir ve bir daha çiçek hastalığına yakalanmazlar. Ben de çocuklarıma ilk fırsatta yaptırmayı düşünüyorum’’ şeklindedir.
Bu mektup E.Jenner(İngiliz hekim)’ in dikkatini çekmiş, bu konuyu araştırmaya başlamıştır. Dr. Jenner aşı için ineklerin çiçek yaralarındaki irini kullanmıştır. Batı dillerindeki ‘’vaccination= aşı’’ terimi, ‘’vacca=inek’’ den gelmektedir. Aşıyı geliştiren Dr. Jenner 1798 yılında bu çalışmayı tıp makalesi olarak yayınlamıştır. Ancak aşının dünya tıbbında yol alması için bir yüzyıl daha gerekmiştir. 1800’lü yılların ikinci yarısında ünlü Dr. Pasteur (Fransız hekimi) aşı çalışmalarını yürütebilmek için çeşitli devletlerin yetkililerinden destek ister. Dönemin Osmanlı padişahı II. Abdülhamid araştırmalarını yürütmesi için Pasteur’u İstanbul’a davet eder. Pasteur gelmeyince padişah 10.000 altın destek olmayı teklif eder. Ancak göndereceği Osmanlı bilim insanlarına da bu teknikleri öğretmesini şart koşar. Teklif kabul görür ve Mekteb-i Tıbbiye’den Alexander Zoeros Paşa, Dr. Hüseyin Remzi ve Vet. Hüseyin Hüsnü bir süre Pasteur’la birlikte çalışırlar. Ülkeye döndüklerinde (1887 yılında) ‘’Kuduz Tedavi Müessesisi’’ni kurarlar. 1887 yılında kuduz, 1892 yılında çiçek, 1896 yılında difteri, 1897 yılında sığır vebası, 1903 yılında kızıl, 1911 yılında tifo, 1913 yılında kolera, veba, dizanteri, 1927 yılında da verem aşısı üretimini yapmaya başlarlar. 1931 yılında da tetanos aşısı üretilerek bu faaliyetler başarıyla yürütülür.
1928 yılında Hıfzısıhha Enstitüsünün oluşturulmasıyla kurumsallaşan bu üretim 1997 yılına kadar sürdürülür. Bir süre ara verilen yerli aşı üretimine 2009 yılında tekrar başlanır. Aşılar günümüzde de çeşitlendirilerek üretilmeye devam etmektedir. Dünya aşı üretiminin ve uygulamalarının öncülerinden olan ülkemiz (1940 yılında Çin’e yaptığımız kolera aşısı ihracatını hatırlayalım) ve ülkemizin bilim insanları, günümüzün en ciddi sağlık sorunu olan ‘’korona ’’ içinde aşı üretimini başaracak veya bu alanda yürütülen uluslararası çalışmalara anlamlı katkılar sağlayacaklardır. Devlet ve toplum olarak çok ciddi çabalar yürüttüğümüz bu konuda hiç yorulmayacağız, hiç durmayacağız. Tüm Türkiye ve tüm dünya bu ‘’illet’’ten hep beraber kurtulup, son ‘’korona’’yı aramızdan gönderene kadar…
Dr. Murat Çubukçu
Editör: Haber Merkezi