Dün Sivastopol, bugün Gazze… Acı ama gerçek olan şu ki: Tarih tekerrür ediyor…
Bu yazı bir tarih yazısı değil; fakat Sivastopol Kuşatması’nı anlamak için, yine de kısa bir tarih notu aktarmam gerekiyor. Anna Karenina, Savaş ve Barış, Diriliş, Hacı Murat vb. romanların büyük yazarı Tolstoy’un (1828 – 1910) ilgisini çeken tarihî olaylardan biri de 1. Kırım Savaşı’dır. Savaşa, 20’li yaşlarında bir subay olarak katılan Tolstoy, döneme dair izlenimlerini “Sivastopol” adlı eserinde bütün canlılığıyla aktarıyor.
Kırım Savaşı; Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa ve Sardinya ittifakının, dönemin Çarlık Rusya’sına karşı yürüttüğü bir savaştır. Büyük devletlerin çıkar çatışmalarının sonucu olan Kırım Savaşı’nın görünürdeki nedeni ya da bahanesi, Rusya’nın Osmanlı tebaası arasında yer alan Ortodoks cemaatini kendi koruması altına alma talebi ve bu talebin Osmanlı Devleti tarafından reddedilmesiydi.
Sivastopol Kuşatması ise 1853 – 1856 Osmanlı-Rus savaşının içindeki birçok muharebeden biridir. Tankların, savaş uçaklarının, İHA’ların ve SİHA’ların olmadığı o dönemde, 11 ay süren ve yarım milyon insanın hayatına mal olan bu muharebe tam bir toplu imha hareketi ve insan kıyımıdır.
Romana dönecek olursak; buna bir roman demek doğru olur mu, bilemiyorum. Çünkü kitapta: ( Aralık’ta Sivastopol… Mayıs’ta Sivastopol… 1855 Ağustosu’nda Sivastopol…) başlıkları ile sunulan üç ayrı hikâye var. Olaylar, aynı yerde, aynı zaman diliminde ve aynı kahramanlar üzerinden yürüyor.
Fransa ordusu tarafından kuşatılan Sivastopol yoğun bir topçu ateşiyle vuruluyor. Kuşatılan şehirde sıkışıp kalan sivil halk ve askerler bu yoğun ateş altında çaresiz. Asker çokluğu ve silah üstünlüğü Fransızlarda… Rusların topları sayıca az ve bir kısmı da kullanılamaz durumda. Askerler yeterince beslenemiyor, teçhizatları dökülüyor. Topları çeken atları besleyecek yemi dahi tedarik etmekte zorlanıyorlar. Oraya gönüllü gelen subaylar maaşlarını değil yolluklarını dahi alamıyorlar. Tüm bu olumsuzluklara rağmen tam bir yurtseverlik duygusu ve sarsılmaz bir inançla direniyorlar.
Kardeşiyle bu savaşta yer alan Tolstoy, özellikle 1855’in nisan ve mayısında askerlerin “orası tam bir Cehennem” dedikleri 4. Tabya’da görev yaparken, her an ölümle burun buruna gelecek ve bu durum onun mistik yanını canlandıracak, bu travma sonunda Tanrı ile konuşmaya başlayacaktır. O, artık savaşın gerçek yüzünü görecek ve şöyle diyecektir: “Savaş, mızraklı, bayraklı bir bayram değildir. Onun manzarası kandır, ölümdür.”
Savaşı, âdeta okuyucuya yaşatacak bir canlılıkla anlatan Tolstoy, henüz yirmili yaşlardadır. O, tarafsız bir gözle olaylara bakan, askerlerin savaş alanındaki psikolojisini, savaşın, insanların ruhları ve bedenleri üzerinde yarattığı yıkımı öylesine ustaca anlatacaktır ki; ilk öyküyü okuyan Çariçe, gözyaşlarına boğulacak, Çar, o hikâyenin Fransızcaya çevrilmesini ve Tolstoy’un savaş bölgesinden alınarak daha güvenli bir yere atanmasını emredecektir.
Kitabı tümüyle özetleyecek değilim, fakat sonunda Ruslar yenilecek, asteğmen olarak cepheye gelen Tolstoy, gösterdiği kahramanlık nedeniyle teğmenliğe yükseltilecek, fakat bir süre sonra askerlikten ayrılıp çiftliğine dönecektir. Orada köylülerin arasına karışacak topraklarını köylülere dağıtacak ve tam bir köylü gibi yaşayacaktır.
Bir ara Almanya, Fransa ve İsveç’i ziyaret edecek, Voltaire ve J.J. Rousseau’nun eserlerinden etkilecek, Petersburg’a döndüğünde serflikten kurtulmuş köy çocukları için okullar açacaktır. Bu arada, evlenecek ve ardı ardına eserlerini yayımlayacaktır.
Kitaptan: bir cümle:
“Daha kapısını açıp büyük salona adımınızı attığınız anda, bir kısmı karyolada, ama büyük çoğunluğu yerde yatan, kiminin ameliyatla el, kol ve bacakları kesilmiş, hepsi ağır yaralı kırk elli hastanın görüntüsü ve kokusu sizi sarsacaktır.”
NOT: 184 sayfalık bu kitap okumanızı ya da YouTube’tan Türkçe dublajlı “Sivastopol İçin Savaş” filmini indirilip izlemenizi öneririm.