Bu kanuna göre, kutlama programı için merkezde, başbakanlığa bağlı bir komisyon, illerde ise komite ve heyetler oluşturulacak ve bu teşekküllerin haberleşmeleri ücretsiz olacaktı. Ayrıca; kutlamalar üç gün boyunca devam edecek ve bu süre içinde resmi kurumlar da tatil edilecekti.

Komisyona göre; binler, on binler, yüzbinlerce insanın yüreğinin aynı duygularla çarparak söyleyebileceği bir marş, bayrama büyük bir coşku ve anlam katacaktı. Böyle bir marşı yazmaları için birkaç şaire teklifte bulunuldu. Faruk Nafiz Çamlıbel ile Behçet Kemal Çağlar’ın şiirleri, tam zamanında komisyona ulaştı. Her iki şiir de aynı ölçü ile yazılmış ve benzer duyguları dile getirmişti. Asıl ilginç olansa, Behçet Kemal’in,1922 yılında, Kayseri Lisesinden Faruk Nafiz’in öğrencisi olmasıydı.

İki şair bir araya getirilerek kendilerinden, bu iki ayrı şiiri bir tek metinde birleştirmeleri istendi. Şiir; iki şairin ortak çalışması sonunda,  bugün bilinen şekliyle 4 dörtlük ve her dörtlük sonunda yinelenen nakarat beyitle tamamlandı ve bu şekliyle Atatürk’e takdim edildi. Cemal Reşit Rey tarafından bestelendikten sonra da 10. Yıl marşı tüm resmî kurumlarda ve okullarda kısa sürede ezberletildi

Niçin Okuyoruz? Niçin Okuyoruz?

İstiklâl Marşı’ndan sonra, millî duygulara en fazla hitap eden ve kitlelere mal olan 10. Yıl marşı, o yıl yapılan kutlamalara damgasını vuran iki olgudan biriydi. Diğeri ise; Atatürk tarafından coşkuyla okunan 10.Yıl Nutku idi. Ne diyordu Atatürk, o nutkunda? “ Türk Milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.”

Bugün her alanda, çok daha büyük güçlüklerle karşı karşıyayız ve ne yazık ki o günkü, millet olmanın, verdiği birlik ve beraberlik ruhundan giderek uzaklaşmaktayız.

Hâlbuki millet olmanın ölçüsü neydi? Ortak bir vatanda, ortak değerler ve ülküler ekseninde birleşerek, kaderde, tasada ve kıvançta bir ve ortak olmak değil miydi? Peki, bugün bizi, biz olmaktan çıkaran, toplumu ayrıştıran, kutuplaştıran, söylemeye dilim varmıyor; ama giderek düşmanlaştıran bu ortamı yaratan nedir? Sevgi ve güven eksikliği…

“Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey” demişti Oktay Akbal, birinci dünya savaşı yıllarını anlatırken. Şimdi ise, kurallar bozuldu, kurumlar bozuldu, kadrolar bozuldu. Ne kıvançta ortaklığımız kaldı ne tasada… Ayni dili konuşan; ama ayni dilden konuşmayan cemaatlere bölündük. Milletçe, birbirimize karşı duymamız gereken güven duygumuzu yitirdik.

 Yine de bilelim ki; kara gün kararıp kalmaz. Her gecenin, bir sabahı vardır. Dün, “millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilen” bu büyük millet, bugün de içine çekildiği bu karanlığı yırtıp, uygarlık yolunda güvenle yürümeye devam edecek ve “Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır.” Yani; asla yıkılıp yok olmayacak, sonsuza kadar yaşayacaktır.  

Editör: Haber Merkezi