İlçenin renkli simalarından biri olan ve kendisini tanımış olmaktan onur duyduğum Recep abimizin fotoğrafına baktım bir süre. Kendisiyle öğretmen evinde, bazen bir topluluk içinde bazen de bire bir yaptığımız konuşmaları anımsadım. “Acıpayam / Dodurgalar Kasabası” adlı kitabımı görmüş. “Ben de yaşadıklarımı yazmak istiyorum. Ama kendim yapamam. Ben anlatmalıyım biri yazmalı. Bana, yazma konusunda yardımcı olur musun?” diye sormuştu. Olur abi, neden olmasın diye yanıtlamıştım. Fakat kısmet olmadı. Sonra o kitap yazıldı. Yine çok saygı duyduğum rahmetli İzzet Dede’nin yardımı ile o kitap yazıldı ve basıldı. Çok da güzel oldu.

Bir gün elinde o kitapla çıkageldi.  Kitabı bana uzatırken,” Hoca bu kitap senin için” dedi. “Hayırlı olsun, çok güzel olmuş. Fakat imzalamadan almam” dedim. “Ben ne yazacağımı bilemem, sen yaz ben imzalarım” dedi. “Olmaz” dedim. “İçinden ne geliyorsa öyle yaz” dedim. Aldı, kapağını açtı ve şunları yazdı: “ Değerli Dostum Hamza Bey’e sevgiyle ve saygılarımla. Recep Gürvardar. İmza 17.6. 213” 2013 demek istemişti. Çok mutlu olmuştu. Ben de öyle…

İlk tanıştığımızda nedense “Ben Arnavut’um” diye söze başlamıştı. Türkçeyi de aksanlı konuşuyordu. “Benim büyük damat da Arnavut’tur. Çok saygıdeğer bir ailenin çocuğu. Çok temiz, çok çalışkan insanlar… Eceabat’ta oturuyorlar. Ben göçmenleri severim.” Deyince; “Eceabat belediye başkanı Âdem Ejder, çok iyi dostumdur. O da Arnavut’tur” demez mi? Tesadüfe bakın.  Âdem, benim damadın amcasının oğlu. Bunu duyunca bu kez o şaşırdı. Âdem beyle nasıl tanıştıklarını anlattı. Sonra bana; “Çanakkale’ye gidersen haberim olsun, Âdem’e, Kemalpaşa tatlısı göndermek isterim. Sağ olsun, bize şehitlikleri gezdirdi, yemek yedirdi, ne yaptıysam yemek parasını bile ödettirmedi.”  Kendini borçlu hissediyordu. Böyle bir insandı, Recep Gürvardar… Eli açık, gönlü zengin… Yokluğu da görmüştü, bolluğu da…

Kitabını okudum. 1932 yılında Yugoslavya’nın Üsküp ili, Kumanova ilçesine bağlı Sopot köyünde başlayan bir hayat… Ama ne hayat!.. Yoksul bir aile… 6’sı doğumdan sonra henüz bebekken ölen, 6’sı bir şekilde hayata tutunmayı başarabilen 12 çocuk… 2.Dünya savaşı yılları. Tam bir kaos… Kendisi henüz 7 yaşında bir çocuk. Ülke Nazi Almanya’sının işgali altında. Üç yıl süren Alman işgalinin ardından Sırpların başlattığı bir iç savaş… Ezilen, kıyılan soyulan bir halk ve erkekleri kurşuna dizilen Müslümanlar ki babası da onlardan biridir…

Sonra terkedilen köy… Başkalarının evlerinde geçirilen üç yıl… Ve üç yıl öldü olarak bilinen fakat  daha sonra, kurşuna dizilenler arasında ölmeyip yaralı olan kurtulan ve üç yılın sonunda çıkıp gelen bir baba… Okula gitmeden kendi kendine okumayı öğrenen; Arnavutça, Sırpça, Bulgarca, Makedonca bilen ve 16 yaşında evlenen Recep Gürvardar, Arnavutluk ordusunda askerlik görevini tamamladıktan sonra, ailesiyle birlikte Türkiye’ye gelir. Son durak Mustafakemalpaşa…

Henüz dilini bile konuşamadığı bu ülkede ilk yıllarda çok büyük zorluklarla karşılaşır. Fakat her zorluğun üstesinden gelir. Ticaretle uğraşır. Hamallık yapar, çiftçilik yapar, besicilik yapar, müteahhitlik yapar…  Sonunda, zengin ve rahat bir hayata kavuşur. En büyük yardımcısı oğlu Halim’dir… “Gezmek benim için bir tutku” diyen Gürvardar, hayat arkadaşı Kadriye Hanım’la, artık yurt içi ve yurt dışı gezilere çıkar… Türkiye’ye gelişinden 20 yıl sonra, önce ilkokul diploması, ardından da ehliyet alır.

Niçin Okuyoruz? Niçin Okuyoruz?

Kitaptan, beni çok etkileyen üç anekdot:

1) “82 yaşındaki babamı kendi isteği üzerine Hacca gönderdim. Ancak babam, Hac ibadetini tamamladıktan sonra, dönüş için Mekke’den Medine’ye geldikleri Cuma günü aniden fenalaşarak 1977 yılında orada vefat ediyor. Öldüğü bize bildirilmemişti. Biz diğer aileler gibi sevinçle kafileyi karşılamaya gittik. Ancak eşyaları geldiği halde, babam yoktu. Hacı arkadaşlarından vefat haberini aldık. Çok üzüldük, çok ağladık.”

2) “Eşim Kadriye Hanım, bir gün hastalandı ve canı çarşı ekmeği çekmiş. Bana çarşıdan ekmek almamı istedi. Cebimde 25 kuruş para vardı. O tarihte ekmek 30 kuruş. Beş kuruş eksik olduğu için kimse ekmek vermedi. Bu durum çok ağırıma gitmiş ve ağlamıştım. Moralim bozuk bir şekilde eve giderken Sabri adında Arnavut asıllı bir arkadaşıma rastladım. Ona, at arabası ile çalışıp öderim diyerek 5 lira borç istedim. O da çıkarıp verdi. O para ile ekmek alıp eve gittim.”

3) “ Durumumuz iyileşip, işleri de oğluma bıraktıktan sonra, eşim Kadriye ile birçok Avrupa ülkesini gezdik. Eşim bir gün evde televizyon izlerken Venedik’i görmüş ve çok merak etmiş. Eve döndüğümde bana anlattı. Birkaç gün içinde arabamıza binerek Yugoslavya’ya gittik. Arabamızı orada bırakarak İtalya’ya geçtik. Venedik’i ve başka şehirleri gezdik. Daha sonraki yıllarda Fransa, Almanya ve İsviçre’ye seyahatlerimiz oldu. İsviçre’de 3 ay kaldık. En çok Balkan ülkelerine gittim. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra kurulan Makedonya, Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya  ve Kosova’ya defalarca gittim.” 

3 Eylül 2021 tarihinde aramızdan ayrılan Recep Gürvardar’ı  rahmetle ve saygıyla anarken, onun güzel ve anlamlı bir sözü ile yazımı bitiriyorum.    

“Bazen ticaret yapmak için sermaye gerekmez. En büyük sermeye Allah’ın insanlara verdiği akıldır. Akıllı bir insan, parayı da bulur, işini de kurar. Akıllı insan araştırıcıdır, müteşebbistir. Bu iki güzel meziyetten daha büyük sermaye yoktur. Ticaret yaparken de, dürüst ve çalışkan olmak gerekir. Bu da yetmez, akıllı, cesur ve yaratıcı olmanız gerekir.”                                                                                                          (Recep Gürvardar)

 

Editör: Haber Merkezi