Halk Şiirinde Taşlama / Âşık Ruhsatî
Taşlama, toplumun aksayan yönlerini, bireysel hataları, devletin işleyişindeki haksızlıkları, eleştirel bir dille konu edinen halk şiiridir. Halk edebiyatımızda “taşlama” denilen bu şiir türü; divan edebiyatında: Hicviye; Batı edebiyatında: Satirik; Günümüz edebiyatında ise: Yergi olarak adlandırılır. Bugünkü yazımda, Âşık Ruhsatî’nin yaşamı ve şiirleri üzerinden giderek, “taşlama” denilen bu halk şiirine, daha yakından bakmak istiyorum.
Asıl adı Mustafa olan ve şiirlerinde “Ruhsatî” mahlasını kullanan âşık, Miladi 1835 yılında, Sivas ili, Kangal ilçesine bağlı Deliktaş Köyü’nde dünyaya geldi.12 yaşında, öksüz ve yetim kalan Ruhsati, uzun zaman Deliktaş ağalarından Ali Ağa’nın yanında azap (çiftlik uşağı) durdu. Yeterli toprağa sahip olmadığından, kalabalık ailesinin geçimini sağlayabilmek için, yaşadığı köyde, çok değişik işlerde çalışmak zorunda kaldı: çobanlık, yarıcılık, duvarcılık, değirmencilik, su bekçiliği ve imamlık yapmak gibi…
Âşık Ruhsatî, bir “bâdeli” âşıktır. Kertme köyü mezrasında uyuyakaldığı bir gün, rüyasında kendisine pir elinden bir dolu sunulmuştur. Âşık, bu durumu şöyle açıklıyor:
“Ben değilim, Hak söyletir dilimi
Bade içtim kimse bilmez halimi”
Ruhsatî, köklü bir eğitim almasa da anlaşılıyor ki; yeterince dinî eğitim almış, Arapça okuyup yazan bir kişi. Fakat şiirlerini tamamen doğaçlama (irticalen) söylüyor. Hemen her konuda söylenmiş, 500’ü aşkın şiiri olduğunu biliyoruz. Şiirlerinde; aşk, tabiat, gurbet, yoksulluk, tenkit, taşlama vb. konuları işlemiştir.
TAŞLAMA ÖRNEĞİ: 1
Anandan doğunca, kürkün var mıydı?
Üryan gelmedin mi börkün var mıydı?
Torba torba mecidiyen var mıydı?
Tükenmez parayı sana kim verdi?
Dinle, Ruhsati ne diyor sana:
İyi bir öğüttür, sanma ki çene.
Çalışmayla verse, verirdi bana.
Bu köşkü sarayı sana kim verdi?
1911 yılında ölen Âşık Ruhsatî’nin mezarı, doğduğu köyde, kendisinden önce vefat eden ve kendisi gibi bir âşık olan oğlu Âşık Minhacî’nin mezarı yanındadır. Mezar taşında şu sözler yer almaktadır:
Ruhsatî, Azrail gezer kastıma.
Hakkım helâl olsun eşim dostuma.
Bir belli taş dikin başım üstüne.
Bir gün devir döner, belirsiz olur.
Âşık Ruhsatî’nin; türkü formunda bestelenen şu şiiri, günümüzde, TRT repertuvarının çok sevilen ve pek çok sanatçı tarafından seslendirilen güzel türkülerinden biridir.
“Daha senden gayrı âşık mı yoktur
Nedir bu telâşın vay deli gönül
Hele dinle Devr-i Âdem’den beri
Neler geldi geçti say deli gönül.
Gördüm iki kişi mezar eşiyor
Gam kasavet gelmiş boydan aşıyor
Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor
Gel de bu rüyayı yor deli gönül
TAŞLAMA ÖRNEĞİ:2
Bir vakte erdi ki bizim günümüz,
Yiğit belli değil, mert belli değil.
Herkes yarasına derman arıyor,
Devâ belli değil, dert belli değil.
Fark eyledik ahir vaktin yettiğin,
Merhamet çekilip göğe gittiğin,
Gücü yeten soyar gücü yettiğin,
Papak belli değil, börk belli değil.
Adalet kalmadı, hep zulüm doldu,
Geçti şu baharın gülleri soldu,
Dünyanın gidişi acayip oldu,
Koyun belli değil, kurt belli değil.
Başım ayık değil kederden yastan,
Ah ettikçe duman çıkıyor baştan,
Harâba yüz tuttu bezm-i gülistan,
Yayla belli değil, yurt belli değil.
Çarh bozulmuş, dünya ıslah olmuyor,
Ehl-i fukaranın yüzü gülmüyor,
Âşık Ruhsatî de dediğini bilmiyor,
Yazı belli değil, hat belli değil…”
Dinî, tasavvufî şiirlerinin yanında, taşlama ve diğer sosyal temalı şiirler de yazan Ruhsati, kendisinden önce gelen Halk Âşıklarından etkilenirken; başta oğlu Âşık Minhacî olmak üzere, kendisinden sonra gelen pek çok âşık üzerinde de derin etkiler bırakmıştır.
Âşık Ruhsatî’nin, özellikle “taşlama” tarzı şiirlerinde; “Eyvah, fukaranın beli büküldü / Medet, ticaretin gücüne kaldık / İyiler âlemden göçtü, çekildi / Bizler zamanenin piçine kaldık” diyerek, hayli cesur söylemlerde bulunan, Kayseri-Everekli (Devrek) Âşık Seyranî’nin (1800-1860) etkisini, açıkça görebiliyoruz.
Halk âşıkları, sözlü kültürün taşıyıcıları ve müziğin atalarıdır. Halk âşıkları aynı zamanda, Hak âşıklarıdır. Onlar, halkın aklı, vicdanı ve dilidir. O yüzden, şiirlerini, ağır ve ağdalı bir dil kullanan divan edebiyatı şairlerinin aksine; sade, açık ve anlaşılır bir Türkçe ile söylemiş ve yazmışlardır.
Öte yandan bu âşıklar, saraydakilere ve dönemin muktedirlerine, övgüler dolu “kasîdeler” yazmak yerine, eleştirel bir şiir yazma yolunu seçtikleri için, günü gelmiş, yazdıkları şiirlerin ve savundukları düşüncelerin bedelini de bazen, canlarıyla ödemek zorunda kalmışlardır: Pir Sultan Abdal gibi, Hallacı Mansur gibi, Kul Nesimî gibi… Cümlesine selâm olsun. Rahmetle ve saygıyla anıyorum.
Bunlar da ilginizi çekebilir