5 Ekim günü, UNESCO tarafından “Dünya Öğretmenler Günü” olarak ilân edildiği 1994 yılından bu yana, dünyanın pek çok ülkesinde “Öğretmenler Günü” olarak kutlanmaktadır. Bizde de eğitim iş kolundaki bazı öğretmen sendikaları bu tarihi esas alırken; diğer sendikalar ve milli eğitim bakanlığı ise 24 Kasım tarihini esas almaktadır.
12 Eylül 1980’de bir darbe ile ülkenin yönetimine el koyan ordu, Atatürk’ün 100. Doğum yılında, 20 Şubat 1981 tarihli resmi gazetede yayımladığı “Öğretmenler Günü Kutlama Yönetmeliği” ile Atatürk’ün Millet Mektepleri Başöğretmenliği unvanın aldığı gün olan 24 Kasım’ı resmî “Öğretmenler Günü” olarak kabul ve ilân etti.
Millet Mektepleri neydi, neyi amaçlıyordu, kısaca hatırlayalım. 1 Kasım 1928’de Türkiye’de bir harf devrimi gerçekleşti. 1353 sayılı yasa ile Arap / Osmanlı harfleri yerine, Latin harfleri kabul edildi. Yeni harflerin, kısa zamanda ve herkes tarafından öğrenilmesi gerekiyordu. Bunun için, dönemin Milli Eğitim Bakan’ı Mustafa Necati, Millet Mektepleri Talimatnamesini hazırlayarak bakanlar kuruluna sundu. Talimatname 11 Kasım 1928’de onaylandı ve 24 Kasım 1928’de resmi gazetede yayımlandı. Başöğretmenliğini, Atatürk’ün üstlendiği millet mekteplerine devam etmek, bir okulda okumayan, 14-45 yaş arası her Türk vatandaşı için zorunluydu.
Gelelim bugüne… Öğretmenler gününde, en azından, bakanlığın, eğitim sendikalarının ve siyasi partilerin, eğitim sorunlarını gündeme taşımaları ve sorunların çözümü için öneriler getirmeleri beklenir. Fakat ne görüyoruz? Kapitalist sistem tarafından içi boşaltılmış, gün, anlamından uzaklaştırılmış ve sıradan bir tüketim gününe dönüştürülmüş, Özellikle ilkokullarda veliler, sınıf annelerinin öncülüğünde, çocuklarının sınıf öğretmenine en iyi hediyeyi alma yarışında… Anlı şanlı mağazalar, öğretmenler gününe özgü indirim yaptıkları reklamlar yayımlamakta… Koskoca milli eğitim bakanlığı bile, o gün öğretmenlere beyaz önlük dağıtmayı düşünüyor.
Oysaki; eğitimin, bugün içinden çıkılmaz bir sorunlar yığını haline getirildiğini görüyoruz. Öğretmenler içinde bile bir birlik sağlanabilmiş değil. Aynı işi yapan; ama aynı haklara sahip olmayan aynı ücreti almayan öğretmenler var. Kimi kadrolu, kimi sözleşmeli, kimi ücretli…
Yıllarını vermiş, okumuş, öğretmenliği hak etmiş; ama bir türlü ataması yapılmayan öğretmenler var. Her yıl yeniden KPSS’YE giren, yazılı sınavda yüksek puanlar almalarına rağmen, mülâkatta kendilerine haksız bir şekilde verilen düşük puanlar yüzünden, ataması engellenen öğretmenler var. Okul öncesi eğitim çağındaki bir buçuk milyon çocuğumuza, bir öğünlük ücretsiz ve sağlıklı yemek veremeyen, ailelerden alınan katkı paylarıyla, durumu idare eden ve bu yolla tasarruf yaptığını sanan milli eğitim bakanlığımız var…
Öğretmenlik Meslek Kanunu ile getirilen kariyer basamaklarında ilerleme uygulaması, ayrı bir ayrıştırma örneği... Sanayideki çırak, kalfa, usta örneğinde olduğu gibi; eğitimde de artık; sıradan “öğretmen” var, “uzman öğretmen” var, “başöğretmen” var…
Taşımalı eğitim derseniz, o ayrı bir sorun… Yükseköğretim öğrencilerinin barınma, beslenme sorunları artık dayanılmaz boyutlarda… Yurtlarda yer bulamayan, yüksek kiralardan ötürü evlerde de kalamayan ve bu yüzden yıllardır hayalini kurduğu bölümü kazandığı halde kayıt yaptıramayan öğrenciler var… Bazı tarikatlara ait öğrenci yurtları yanında, yine ÇEDES projesi gibi uygulamalarla, eğitim âdeta dinselleştirilmiş ve tarikatlara terkedilmiş durumda.
Çağdaş, laik, demokratik ve karma eğitimden giderek uzaklaşmaktayız. İşte böylesi günlerde, bunları konuşmalıyız. Bütüncül bir bakışla, eğitimin ve tüm eğitim bileşenlerinin gerçek sorunlarını ciddi biçimde ele almak ve bu sorunlara bilimsel, akılcı ve kalıcı çözümler üretmek zorundayız.
SON SÖZ.
“En mühim en esaslı mesele, eğitim meselesidir. Eğitimdir ki; bir milleti ya hür, müstakil, şanlı ve yüksek bir cemiyet halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder.” Mustafa Kemal ATATÜRK.