H.O. Sayın Meliha Akay, Mavi Nefes Yayınevi tarafından basılan “Doğu İstanbul’un Batısı” isimli yeni romanınızla bir kez daha okurlarınızla buluştunuz. İlk kitabınızın yayımlandığı 2002 yılından bugüne kadar geçen süre içinde 5 öykü, 6 roman yazdınız. Bazıları ikinci baskı yaptı. Bu, sizin edebiyat dünyasında, eski tabirle, artık rüştünüzü ispatladığınızın açık kanıtıdır. Tebrik ederim. Öte yandan bu durum, aynı zamanda sizin çok üretken ve özgün bir yazar olduğunuzun da bir göstergesidir. Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesine bağlı Tepecik köyünde dünyaya geldiniz. Yıl 1960… Değişik zamanlarda yaptığınız söyleşilerde, bir şekilde hayatınıza dokunan üç isimden söz ediyor ve o insanlara olan minnet duygunuzu her platformda ifade ediyorsunuz. Bunlardan ilki, ortaokul müdürünüz, Sayın Nazmi Pekdemir. Buradan başlayalım isterseniz.
M.A. Teşekkür ederim. Gerçekten Nazmi Beyin, sadece benim değil, benim gibi pek çok köy çocuğunun hayatına dokunmuştur. İlkokuldayken köyümüzde ortaokul yoktu. Biz mezun olduğumuz yıl ilk kez ortaokul açıldı. Kurucu müdür olarak atanan Nazmi Bey, yeterli sayıda öğrenci bulabilmek için ev ev dolaştı. İlkokul mezunu çocukların bulunduğu her evin kapısını çaldı. İşi kolay değildi. Çünkü o yıllarda zorunlu eğitim beş yıllık ilkokulla sınırlıydı. Velilerin çocuğunu ortaokula göndermek gibi bir zorunluluğu yoktu. Velileri, özellikle kız çocukları konusunda ikna etmek çok daha zordu. Fakat müdürümüz zoru başardı. Ben işte o köyde açılan ilk ortaokulun ilk öğrencilerinden biriydim. Hep söylüyorum, bu okul açılmasaydı, ailem beni ortaokula göndermeseydi, bugün bulunduğum yerde olamazdım. O yüzden o değerli insanı hiçbir zaman unutmadım. Minnettarım.
H.O. Sonra lise yılları başlıyor. Mustafakemalpaşa Lisesi. Orada da bir edebiyat öğretmeni çıkıyor karşınıza. Hayatınıza dokunan ikinci insan: Edebiyat öğretmeniniz Sayın Mualla Ekemen.
M.A. Evet, lise yıllarım o lisede geçti. Köyümüzü ilçe merkezine bağlayan, On kilometrelik yolu, döküntü bir minibüsle haftanın beş günü gidip gelirdik. Okula vaktinde gidemediğimiz, derslere geç kaldığımız günler olurdu. Olumsuzluk bununla bitmiyordu. Bir de pek çok öğrencinin, hatta bazı öğretmenlerimizin, köylerden gelen bizleri küçümseyen, dışlayan bir edayla bakışları ve davranışları vardı ki pek çoğumuzun belleğine kazınmıştır. Lise yıllarımda edebiyat öğretmenim Mualla Ekemen, okuma merakımı fark etmiş, beni Rus Edebiyatı’nın klasikleriyle tanıştırmıştı. Önerdiği bir başka kitap; Abdülbaki Gölpınarlı Antolojisi idi. Bu kitaplar ufkumu genişletmiş, yeni bir dünyanın kapılarını aralamıştı. Üniversite için artık hedefim belliydi.
H.O. Fakat bu hedefinize o yıllarda ulaşamadınız. Nedeni neydi?
M.A. Yetmişli yıllardı. Sağ – sol çatışmalarının zirve yaptığı yıllar… Boykotlar, grevler, suikastlar, faili meçhuller alıp yürümüştü. Tam bir kaos… İnsanlarımız bu cennet vatanda adeta cehennemi yaşıyordu. Üniversiteye öğrenci göndermek, hele de bu öğrenci kız ise, hiç kolay değildi. Ailem de bu korkuları yaşıyordu herkes gibi. O yüzden, çok istememe rağmen üniversiteye gidemedim. Ailem için o sıralarda ortaya çıkan bir “kısmet” ailemin kurtarıcısı benim de hayallerimin sonu oldu. Liseyi bitirir bitirmez apar topar evlendirildim. Yaşım bile tutmuyordu.
H.O. Evlilik hayatınızı, farklı bir bölgede, size hayli yabancı gelen bir kültür ortamında daha fazla sürdüremediniz ve evliliğinizi sonlandırıp, oğlunuzu da yanınıza alarak ailenizin yanına döndünüz.
M.A. Yanlış başlayan bir karardan doğra bir eylem çıkmıyordu, boşanma kaçınılmazdı. Ben bir zaman tüneline girmiş, uzak bir coğrafyada, farklı bir kültürde yaşamış, değişip dönüşmüş ve başka bir Meliha olarak bıraktığım yere, hayallerimi yitirdiğim yere geri dönmüştüm. Oysa hiçbir şey bıraktığım yerde değildi. Kararlıydım. Oğlum koleje başladığında, ben de bir yandan üniversite sınavlarına hazırlanmaya başladım. Ailemin yanında kalamazdım, sonunda radikal bir karar alarak oğlumla İstanbul’a taşındık. Çok zor bir süreçti. Yazarak kendimi rahatlatmaya çalışıyordum. Elimdeki öykülerimi kimselere gösteremiyordum. Sonunda üniversiteyi kazanmıştım. İki yıllık bir bölümdü, kendim öyle istemiştim. İki kişilik bir aileydik. Çalışmak, para kazanmak zorundaydım. Direksiyon öğretmenliği, restoranlarda yöneticilik derken uzun yıllar bir otelde işletme sorumlusu olarak görev yaptım. Bu arada, öyküler yazmayı hiç bırakmadım. Özellikle otelcilik yazar yanımı besliyordu. Bu otelde insanlık hallerini çok yakından görebilme şansım vardı. Varlık, Mum, İnsancıl vb. edebiyat dergilerinde öykülerim çıkıyordu. Bundan cesaret alarak kitap için hazırladığım dosyaları gönderdiğim yerlerden, görüşmek için çağıranlar, iyi bir kumaşa sahip olduğumu, fakat yazılarımın olgunlaşması için biraz daha beklemem gerektiğini söylüyorlardı. Ortak kanı buydu. Zaman zaman kendi içimde alınıp kırılsam da yazma tutkumda asla bir azalma olmadı.
H.O. Şimdi, tam bu noktada hayatınıza dokunan üçüncü kişiye geliyoruz: 1936 Mersin doğumlu; şair, yazar, çevirmen, eleştirmen; Sayın Özdemir İnce…
M.A. Evet. Bu arada Özdemir İnce ile tanışmıştım. Dosyamı aldı, okudu, aradığında, yüz yüze görüşmemizin daha doğru olacağını düşündüm ve gittim. Dosyamı, sayfa sayfa, satır satır okumuş, notlar almış, dosya üzerinde gösteriyordu. Hep yapıcı eleştirilerdi. Ev ödevi veren bir öğretmen titizliğiyle önerilerde bulundu. Okumam gereken kitapları saydı, yol gösterdi. Hayatım boyunca unutamayacağım, sitayişle hatırlayacağım bir andı, bir kişiydi. “Beş yıl içinde mutlaka yayımlanır” demişti. Onun kehaneti miydi, ön görüsü müydü bilmiyorum; beş yıl sonra ilk öykü kitabım Epsilon Yayıncılık tarafından yayımlandı.
H.O. Özdemir İnce; sanata ilişkin düşüncelerini, Varlık Yayınlarında çıkan “Söz ve Yazı” kitabında şöyle açıklıyor: “Sanat yapıtı bire bir oranında gerçekliğe tekabül etmez, edemez. Gerçekliği olduğu gibi yazılı metne aktarmak, bir gazetecinin, bir röportajcının işidir; aynı gerçekliği yeniden kurmak, yeniden yaratmak ise romancının, öykücünün işidir.” Diyor ve ekliyor: “Hans Robert Jasus’un sözleriyle yinelersek; ‘Sanat yapıtı, yalnızca gerçeği temsil etmez, yalnızca yansıtmaz, aynı zamanda onu yaratır’”
M.A. Ben de bu görüşe katılıyorum. Bir söyleşide bu düşüncemi şöyle dile getirmiştim: katı bir gerçekçilikten öte, düş gücünü kendime kandil edindim. Kısaca ben, gerçek ve kurmacayı kendi algı evrenimde harmanlayarak yeni bir gerçeklik yaratıyor ve bu yeni gerçekliği okuruma sunuyorum
H.O. Kırsal kesimde doğdunuz, çocukluk ve ilk gençlik yıllarınızda doğa ile iç içe bir yaşam sürdünüz. Bu elbette öykülerinize bir şekilde yansıyacaktı. Öykülerinizde; doğa sevgisi, insan sevgisi ve kadınlık hallerine çokça yer veriyorsunuz. Neler söylemek istersiniz bu konuda?
M,A. Doğanın kucağında yaşanmış bir çocukluk, beş yaşında ilkokula başlamış olmanın getirdiği, okuma yazma öğrenmeden önce ‘Canlı Alfabe’nin resimlerini yorumlayarak başlayan hayal kurma becerisi… Harflerden önce doğada gördüklerimle alfabe arasında gidip gelerek resimlerle okumaya başlamak… Her resme minik hikâyeler uydurmak… Yıllar sonra gördüm ki; bütün bunlar benim öykücülüğümde belirleyici etkenler olmuş. Kasabaları, doğallığını hâlâ yitirmemiş kasaba hayatlarını, zamana meydan okuyan, talana karşı direnen mekânları, saflığını koruyan kasaba insanlarını; koşullar hayatın kıyısına itmeye çalışsa da çığlık atmadan yaşama tutunmaya çabalayan insanlarını taşımışım öykülerime. Kadınlık hallerine gelince, ben doğayı da bir kadın olarak algılıyorum; doğurganlığından ve anaçlığından ötürü. Öte yandan, sadece köy ve kasaba insanını anlatmıyorum. Taşra insanının dünyaya kapalı dünyasını anlattığım kadar, kentsoylu insanın dünyasını da anlatıyorum.
H.O. Öykü ile başlayan yolculuğunuz bir yerden sonra romanla buluştu. Bu gelişmeyi nasıl yorumluyorsunuz?
M.A. Öyküden sonra romanın yazma edimi anlamında yazara nasıl bir özgürlük sağladığını da deneyimlemiş oldum. Dar alandaki dolaşımlarla sınırlı zamanda kilidin anahtarını döndürmek zorunda olduğum öyküden sonra roman elbette daha özgür kılıyordu yazarı. Lakin yine de ben kendimi bu anlamda, öykücü olarak tanımlamak isterim.
H.O. Kısa öykü türünün büyük ustası Sait Faik, (1906/1954) yazma eylemi ile ilgili olarak “Haritada Bir Nokta” öyküsünde şöyle diyor: “Söz vermiştim kendi kendime, yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka nedir?” Fakat biliyorsunuz sözünü tutamaz ve o paragrafı şu cümleyle tamamlar: “ Yapamadım. (…) Kalemi yonttum, sonra tuttum öptüm. Yazmasam, deli olacaktım.” Anladığım kadarıyla, yazmak sizi için de bir tutku, ne dersiniz?
M.A. Evet. Yazmak, benim için de bir tutku. Özdemir İnce’nin; “ Arı gibi yazacaksın, durmak, ara verme yok, kırılıp kenara çekilmek yok.” Sözünü ilke edinerek, gündelik yaşam ne denli eteklerimden çekiştirirse çekiştirsin, yazmak artık benim yaşam biçimim diyebilirim. Ömrüm oldukça, yazmaya ve okumaya devam edeceğim. Çünkü öğrenci olmaktan hiç vazgeçmedim.
H.O. Kendinize olan inancınız dışında, sizi yazmaya motive eden farklı bir girişim var mı? Örneğin dışa açılmak gibi.
M.A. Evet var. “Yeryüzü Göçebeleri” isimli kitabım, şu an, İspanyolcaya çevriliyor. Biliyorsunuz bu kitap, göçmenlik ve göçebelik, arayış, yanılgılar, yabancı topraklarda kendine yabancılaşma ve bir aşk öyküsü gibi konuları içeriyor.
H.O. Tüm hayallerinizin tez zamanda gerçeğe dönüşmesi dilerim.
M.A. Bu güzel dilekleriniz için çok teşekkür ederim.